Şehir Hayatı
Niyazi Bey gazetesini katlayıp cebine soktu. Metro durmuş, derin sessizlik çökmüştü. Tek ses “tssssssss”. Kendini hızlıca dışarı attı. Olabildiğince çabuk bu karanlıktan, bu havasızlıktan kurtulmak istiyordu. Aslında ne metronun havalandırılmasında ne ışıklandırmasında bir sorun bulunmuyordu. Yürüyen merdivenleri koşarak ve ikişer ikişer çıkarken hiç kimsenin umurunda olmadığını sanıyor ama aslında herkes merakla onu süzüyordu. Kendisi de arada sırada garipsendiğini fark ettiğinde bu düşünceyi kendi uydurması kabul edip devam ediyordu. Bağlamasıyla bir amca, “Atmacayı vurdular bir avuç kanı için dırırım bir avuç kanı için” söylerken orayı da hızlıca geçti. Oysa bu türküyü çok severdi.
Sonunda açık havada ve sonunda güneş ışığındaydı ama sanki istediğini bulamamıştı. Nedeni neydi öyleyse bunun? Bu daralma duygusunun. Sanki dünya her saniye üstüne çökecek gibi hissediyordu. İşte, dedi, nedeni tam olarak da bu. Binalar beni hapsediyor, binalar rüzgarı geçirmiyor aynı havayı hapsediyor. Bunun üstüne aniden bir kararla şehir dışına giden otobüse atladı.
Maalesef trafik çok tıkanıktı, otobüsteki kalabalıktan dolayı daralıyor, daralıyor tekrar daralıyordu. Zaman onun için hiç geçmiyordu. Olağanüstü herhangi bir şey yoktu, hepsi bir kalıbın içine sıkıştırılmış sıkıştırılmış daralıyordu, işte tekrar biri kart okutacak ve tekrar otecekti o makine. Ne büyük şehirmiş, diye düşündü, git git bitmiyor.
Korna, öten makine, korna, para teklif eden yolcu derken sonunda son duraktaydı. Buraları hiç bilmezdi. Tek bildiği hâlâ şehirde olduğuydu sadece seyreltilmiş bir şehir. Yanda kocamaan bir sanayi tesisi vardı, hayır hayır bu bir inşaatti. Bu koku da neyin nesiydi. Arabaların sesinden odaklanamiyor kafası şiştikçe sisiyordu. Biraz yürüdükten sonra bir göl gördü. Göl denilebilirse tabi. Arkasında tersane vardı. O zaman deniz o tarafta olmalıydı. O yöne yürümeye başladı.
Tersane bütün sahili kaplıyordu. Koca koca vinçler, dev gemi inşaatları. Nasıl geçecekti peki sahile. Yük kamyoneti geliyordu. Onun için kapı açılacaktı. Bir süre sonra içeri sivisti. Her yana koşuşturan işçiler kendisini fark etmemiş. O denize doğru koşuyordu. Üstündeki sarı vinçte denize doğru yöneliyordu. Ucuna bir yük takıliydi ve o yük de kendini korkutmuyor değildi. Ancak içindeki daralma o seviyeye ulaşmıştı ki onu ancak deniz kurtarabilirdi. Koşmaya devam etti ve deniz kıyısındaydi. Ancak sanki bilgisayardan izliyor gibiydi. Ne rüzgarı ne kokusu vardı. Tersanenin dev dalga kıranından olsa gerek dedi. O sırada sarı vincin taşıdığı yük tam üstüne gelmişti. Hayır, dedi, olamaz ve tam geriye kaçarken büyük konteyner üstüne düştü. Vücudunun yarısı kurtulmuş yarısı ezilmişti. Hayır, diyordu ölemem, tabut çok daar, mezar çok daaarrrr.

